BASINA VE KAMUOYUNA
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmesi, insan hakları alanında bir dönüm noktasıdır. Ancak bu önemli belge, yalnızca bir ideal değil, aynı zamanda tüm insanlık için bir sorumluluk çağrısıdır. Ne yazık ki bu hakların dünyanın her yerinde eşit şekilde uygulanmadığı ve milyonlarca insanın temel haklarına erişemediği bir gerçeklik ile karşı karşıyayız.
Yerinden edilmiş topluluklar, insan haklarının ihlal edildiği coğrafyalarda en ağır bedeli ödemeye devam etmektedir. Filistin halkı, uzun süredir süregelen bu adaletsizliğin sembolü haline gelmiştir. Temel insan haklarından mahrumiyet ve ayrımcılıkla geçen bir hayat, Filistin halkının günlük gerçekliği haline gelmiştir. Uluslararası toplum, onların yaşadığı baskıları görmezden gelirken, bu durum insan haklarının evrenselliği ilkesine olan bağlılığımızı sorgulamamıza neden olmaktadır. Filistin davası, sadece bir halkın özgürlük mücadelesi değil, insanlığın vicdanı için bir sınavdır.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) 2023 verilerine göre, dünyada yerinden edilmiş kişi sayısı 100 milyonu aşmıştır. Bu rakam, insan hakları ihlallerinin boyutunu ve uluslararası hukukun uygulanmasındaki yetersizlikleri gözler önüne serer. Mülteciler, bulundukları ülkelerde barınma, sağlık, eğitim ve istihdam gibi temel haklara erişim konusunda ciddi sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 14. maddesi, zulümden kaçan bireylerin başka ülkelere sığınma hakkını tanımaktadır. Ancak bu hak, uygulamada sık sık göz ardı edilmekte, mülteciler ayrımcılık, dışlanma ve hak ihlalleriyle yüz yüze kalmaktadır. Bu durum, insan haklarının evrenselliği anlayışını tehdit etmekte ve insan onurunun korunması için daha fazla çaba gösterilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Mültecilik yalnızca insani bir kriz değil, uluslararası dayanışma ve sorumluluk paylaşımı ilkesinin sınandığı bir meseledir. Bu bağlamda, çözüm odaklı yaklaşımlar yalnızca hukuki düzenlemelerle sınırlı kalmamalıdır. Toplumların farkındalık geliştirmesi, bireylerin ve akademik çevrelerin konuya duyarlılık göstermesi, bu krizlerin insani boyutunu anlamak ve etkili çözümler üretmek için hayati önem taşımaktadır. Mültecilerin ekonomik, sosyal ve kültürel katkıları göz ardı edilmemeli; uyum süreçlerini desteklemek için yerel topluluklarla iş birliği yapılmalıdır.
Komşumuz Suriye’de ise uzun yıllar süren çatışmalar ve ağır insan hakları ihlallerinin ardından rejim değişikliği ile yeni bir dönem başlamıştır. Bu değişiklik, milyonlarca Suriyelinin kendi topraklarına geri dönmesi olanağının ilk umut tomurcuğu olmuştur. Yıllardır süren savaşın acıları ve yerinden edilmenin travmasıyla yaşayan Suriyeliler için vatanlarına dönmek, ülkelerinde insan haklarının yeniden kazanımı ve barışın gücünün bir göstergesi olmuştur. Ancak bu süreç yalnızca kutlama değil, aynı zamanda sorumluluk gerektirir. Suriyeli mültecilerin geri dönüş sürecinde haklarının korunması, güvenliklerinin sağlanması ve sosyal uyumlarının desteklenmesi, uluslararası toplumun ve özellikle ülkemizin ilgili kurumlarının dikkatle ele alması gereken bir konudur. Bu dönüşler, barışın güçlenmesi adına bir umut ışığıdır; ancak sürdürülebilir bir çözüm için uluslararası dayanışma ve desteğe ihtiyaç duyulmaktadır.
Unutulmamalıdır ki insan hakları bir gün değil, her gün savunulmalıdır. Mültecilerin haklarının korunması, insanlık onurunun temel taşıdır.
Trabzon Barosu Mülteci Hukuku Komisyonu